24 Aralık 2013 Salı

9. Tebriz

Tebriz, İran'ın en büyük ikinci kenti. Burada 5 gün kaldım - bu kadar uzun süre kaldığım başka bir yer olmadı. Kalışımın uzamasının sebebi iyi - bu kentte çok iyi arkadaşlar edindim.

Kente kamyonla gitmem iyi oldu, hem moralim yerine geldi. Hem de, yolun, bisikletle gitmek için uygun olmadığını, yakinen görmüş oldum. Ourmiyeh Gölü'nün üzerinden geçen yeni köprüyü kullandık (zavallı göl kurumuş, o yüzden gerçek bir köprü sayılmaz bu aslında), ve sonunda Tebriz'in bir banliyösünde, başımın çaresine bakmak üzere kamyondan indim. 

Tebriz'in girişinde trafik yoğundu, ama daha kötülerini de görmüştüm. Lonely Planet'ten bulduğum bir otele yerleştim. 

Bisiklet, felaket durumdaydı. Jant tellerinden 3-4 tanesi hamur gibi yumuşamıştı. Bagaj demirleri dansöz gibi sallanıyordu - olduğu yerde şöyle bir silkeleyince,  bisikletin başı ayrı kıçı ayrı oynuyordu. Hakkari yakınlarında kumda kayıp düştüğümde, arka attırıcı eğilmişti ve birkaç vitesi kaybetmiştim. Lastikler sekiz çiziyordu. İlk iş, 28" jant için ekipmanı olan bir bisikletçi buldum. Ali abi, bisikleti bir inceledi, jantı söktü, lastikleri ve geri kalan ekipmanı elden geçirdi. Keyfim yerindeydi, ama vites sistemini inceleyince, Ali Abi'nin yüzü düştü. Vites mekanizmasını kadroya bağlayan yivler yalama olmuştu, ve attırıcı, sabit durmuyordu. Alüminyum kadroya kaynak şansı da yoktu. Sonunda arka attırıcıyı, çok kuvvetli bir yapıştırıcı ile tutturduk, ama evladiyelik bir tamir olmadığını ikimiz de biliyorduk.

Bu sırada Ali Abi'nin yeğeni Behnam da dükkana damladı, onunla epey sohbet ettik. İran'ın kuzeyi, "Azerbaycan Bölgesi" olarak geçiyor, ve burada HERKES ama HERKES Türkçe konuşuyor. İnsanlar Azeri olmaktan ötürü gurur duyuyorlar, ve bazıları "biz İran'lı değiliz, Azeri Türk'üz" diye altını çiziyor. Dillerimiz birbirine çok benzer, ama bazı farklılıklar yok değil. Bisiklete duçark (ikiteker) deniyor. Sonra orada, "bacağa" "kıç" deniyor. O yüzden "duçark ile kıçlarınız ağrımaz mı?" ya da "kıçlarınız çok kuvvetli olmalı!!" gibi münasebetsiz diyaloglar sık yaşanıyor. Kediye "pişik" deniyor, ve ben çayımı "az rehli" içiyorum! Bölgenin en kuvvetli futbol takımı Traktör, maçlarında "Yaşasın Azerbaycan" tezahüratlarında yer yerinden oynuyor.

İran'la ilgili en çok merak edilen şeylerden biri, kadınların giyim kuralları. Hemen her arkadaşım bu konuyu sordu. Kız çocukları, 9 yaşına girdiklerinde, okullarda "okuma bayramı"na benzer bir bayram kutlanıyor - ama aslında ergenliğe girme bayramı. Bir hocanın (imam hoca) eşliğinde hep beraber namaz kılınıyor, ve artık kamuya açık yerlerde baş bağının çıkarılması yasak. Bu törene aileler de davetli, ve "yerli malı haftası"nda falan olduğu gibi, töreni ve çocuklarını kameraya çekiyorlar.

Başörtüsü, bölgeden bölgeye değişen miktarda "esnetiliyor". Mesela Tahran'da bir üniversite öğrencisi kız, örtüsünü kulaklarının ardına kadar açıp, omuzlarından aşağı bir tutam boyalı saç sallandırabiliyor. Ya da Fransız tipi bir bere ile de idare edilebilir, ama bu kadarı gece kıyafeti gibi oluyor artık.

Kısıtlama sadece başörtüsü ile ilgili değil - vücut hatlarını belli etmeyecek kıyafetler giymeniz icap ediyor. Çoğu kadın, bir çarşafa ya da uzun bir pardösüye sığınıyor, ama kot pantalon&çok uzun tshirt gibi kombinasyonlar da serbest.

Sadece, batı'daki Kürt bölgesinde, bazı ufak kasabalarda kadınların başlarını kapatmamakta direttiklerine dair bir duyum aldım, fakat bunun gerçekliğinden epey şüpheliyim.

Kadınların sokakta sigara içmelerinin yasak olduğunu da söylemem lazım. 
Bisikletçide işim biterken, Behnam, nargile içmek için ona ve arkadaşlarına katılmamı teklif etti. Ben de onlara takılmaya karar verdim. Tebriz'deki uzun gecemin başlangıcı bu oldu. Behnam, onların otomobilini takip etmemi istedi. O ve arkadaşları Peugeot'larına doluştular, dörtlülerini yaktılar, ben de gidebildiğim kadar hızlı bir şekilde kuyruklarından ayrılmadan, Tebriz trafiğinde otomobili kovalamaya başladım. Nihayet, bir arka mahalledeki nargileciye vardık. Burası Behnam ve arkadaşı Mesud'un sık gittikleri bir müessese.

Recep, Mesud, Behnam, bir de ismini unuttuğum arkadaşımız.
Nargilelerimizi içerken, Recep isminde biri de aramıza katıldı, konuşmalarımızı merak etmişti. Konu Muharrem Ayı'na gelince, Recep, beni yakınlardaki bir dergahtaki bir merasime götürmeyi teklif etti. Muharrem döneminde, her gece, hem dergahlarda, hem camii önlerinde, hem de ana caddelerde törenler oluyor, ama o akşama kadar bu törenleri canlı görmemiştim. Sağda solda, Muharrem dönemine özel olarak satılan ağıt Cd'leri, ve işportada her tipini bulabildiğiniz zincirler (kendini dövmek için), bu törenlerin konsepti ile ilgili ipuçları veriyordu.

Behnam ve Mesud, Recep'i sevmişlerdi. Onun peşine takılmam için beni teşvik ettiler. Böylece, birlikte nargileciden çıktık, Recep'in otomobiline atladık, ve dergah binasına geldik. Behnam ve Mesud, tören pek "onlara göre olmadığı" için, bizimle gelmediler....

Dergahtan içeri girince, çok yüksek sesle yankılanan bağırtılarla yüzyüze geldim. Bu sesleri uzaktan duysanız, birinin katıla katıla güldüğünü zannedebilirdiniz, ama mikrofondaki adam, aslında avaz avaz ağlıyor ve dövünüyordu. İzleyiciler de ona ayak uyduruyorlar, kimi ah-oh çekiyor, kimi gözlerini ovuşturuyor, kimi dizini dövüyordu. Hz. Hüseyin için, bazı kelimelerini seçebildiğim bir ağıt yakılıyordu. Recep, bu dergahın önde gelen isimlerinden biri - biz beraber ön sıralara oturduk.

Biraz zaman geçince, mikrofona başka biri geçip, daha da içli bir ağıt-türkü söylemeye başladı, bu arada ışıklar da söndürüldü. Önlerden birkaç kişi ağlayarak kendilerini yumrukladılar, yanlarında oturanlar da onları teskin etmeye çalışıyordu. Sonra biri yerinden fırlayıp kafasına duvara geçirdi, kaşı açıldı, çevredekiler hemen mendillerle pansuman yaptılar.

Kutsal bir yerde, bu acıklı anmayı fotoğraflamaya, gönlüm elvermezdi. Ki insanların, büyük SLR kameramdan hoşlanacaklarından şüpheliydim. Fakat Recep, fotoğraf çekmem için beni yüreklendirdi, birkaç fotoğraf çektim. Recep dedi ki "Efendim, bu tören bizim gurur duyduğumuz bir törendir, fotoğraf çekmenden rahatsız olmayız". Hatta, yanıbaşımızda ağlayan birini gösterip "bak ne güzel ağlıyor bunu çeksene" dedi. Bunun üzerine daha fazla fotoğraf çektim.

Recep de, arada acıyla hafif naralar atıp, dizlerini dövüyordu. Ama tanıdık birini görünce de yüzü hemen aydınlanıyor, el sıkışıp hal hatır soruyor, sonra dövünmeye devam ediyordu. Bu tören bir felaketi anıyor, ve ritüelleri alışık olduklarımızdan farklı.


Ağıttan sonra, herkes ayağa kalktı, ve ellerini birbirinin omzuna koydu, ve bir yandan yavaşça dönerek sine vurmaya başladı. Bu tören de bitince, sıra yemeğe geldi. Recep dergahta bir mevkiiye sahip olduğu için, biz onunla birlikte, mikrofonda ağıt yakan liderin bulunduğu ayrı bir odaya gidip, yedik. Burada da herkes beni sempatiyle karşıladı, ve elimi sıktılar. 

Recep arabasıyla beni otelime kadar bıraktı. Telefon numarasını istemek aklıma gelmedi. Behnam ve Mesud da onu tanımıyorlardı, ve sonraki akşamlarda nargilecide Recep'i görmedim. Bu özel törende beni misafir ettiği için ona minnettarım.

Ertesi sabah, Behnam ve Mesud beni otomobilleri ile otelden aldılar. Kahvaltı için, El Gölü'ne gittik. Burası şehrin biraz dışında bir park, haftaiçleri pek gelen giden yok, haftasonları ise ana-baba günü. Spor için, yürüyüş için, kahvaltı etmek için... 

....Ama asıl geliş amacı, etraftaki kızları kesip birini ayartmaya çalışmak!
Saçım sakalım çok uzamıştı. Pilav yedikten sonra pirinç taneleri bıyıklarımdan pıtır pıtır dökülüyordu. Behnam'larla birlikte, çok güzel bir Amerikan otomobili kullanan berber Mehdi'yi ziyaret ettim. Traşın ardından, Mehdi ile bir tur tavla çevirdik. İran'da tavla oynamak yasak, satranç serbest.
Heee pilav demişken. Mesud'lara bir öğle yemeğine konuk oldum - annesi bu manyak safranlı narlı tavuklu pilavı yapmıştı. Bunun lezzetini tarif etmek çok güç, ama Mesud'un annesinin bu işleri iyi bildiğini söyleyebilirim. Sebze çorbası, ve tatlı olarak çıkan murabba'ya (jöle-marmelat arası bir kıvamda meyve parçaları) değinmeyeyim de, kıskanmayın! İran''ın pilavı meşhur, ve meşhur olmasının iyi sebepleri var.

Tebriz'de, daha doğrusu İran'da gece hayatı nargilecilerden ibaret. Buralara sadece erkekler gidiyor, Alman bir hanım arkadaşımızla bir nargileciye gittiğimiz zaman insanlar çok yadırgamadılar, ama İran'lı bir kadının bu yerlerden birine gitmesi pek görülmüş şey değil. Genç kuşak, bu anlamda kendini kuşatma altında hissediyor.

Mesud ve Behnam, beni günlerce gezdirdiler, bir gece evlerinde kaldım, ve çok iyi arkadaş olduk. Onlar olmasaydı, Tebriz'de bu kadar uzun süre kalmazdım. Elini sıktığım kişi, nargilecinin sahibi Ümit, çok şeker bir çocuk.



Gezdiğim her İran kentinin güzel bir pazarı vardı, ama hiçbiri Tebriz'inki ile boy ölçüşemez. Kilometrelercekare alanı kaplayan bu labirentte, yok yok! Sarraflardan kasaplara, kitapçılardan şekercilere, ayakkabıcılardan halıcılara, ne ararsanız bulabilirsiniz. Pazar öyle büyük ve yön bulmak öyle güç ki, ikinci gidişimde pusulamı da yanıma aldım. Köşebaşlarında çayhanaler, iç avlular, camiiler, kervansaraylar, arada nargileciler...




Siyatik ağrılarına iyi geliyormuş. Ben de başkasının yalancısıyım.

Silvan ve Andres, Hindistan'a bisikletleri ile gidiyorlar. Tanıştığımız akşam beraber güzel bir yemek yedik. Onlarla beraber bir süre gezmek iyi olabilirdi, çünkü tempolarının bana uygun görünüyordu. Ama istikametlerimiz tutmuyordu. Beraber bir fotoğraf çektirmek istedik ve restoran sahibine makinayla bizi çekmesini işaretle rica ettik. Ama restoran sahibi, o ve ailesi ile beraber fotoğraf çektirmek istediğimizi zannetti, ve gelip masamıza oturdu. Ben de onları çektim n'apayım! (blogları. http://teawithaladdin.wordpress.com)

Yemekten sonra, hep birlikte sokaklardaki Muharrem gösterilerini izlemeye gittik. Caddelere seyyar hoparlörler yerleştirilmiş, onlarca insan davulları ile tempo tutuyorlar, bazı küçük çocuklar da ellerine tutuşturulan minyatür davullarla bu güruha dahiller. Diğerleri, uzun bir kuyruk olmuşlar, ellerindeki sopalarını davulların temposuyla sallayarak  Hz. Hüseyin için ağıt yakıyorlardı. Eskiden sopa yerine kılıç kullanılırmış, ama törende kavga çıkınca problem yaşanıyor diye, şimdilerde herkesin eline sopa tutuşturuluyor



.







Şehri gezmeye devam ettim (sahi kaç gün oldu?). 


Kabud Camii, bir zamanlar nefis mavi çiniler ile kaplıymış. Duvarların tamamının kaplanması 25 sene sürmüş. Çiniler hala mavi, ama çoğu geçmişteki depremlerde unufak olan yapıyı kurtaran restorasyonun eseri. 1465.

Camiilerde, namaz kılınırken, bu taşlardan birini, alnınızla örtüşecek şekilde yere koyuyorsunuz. Namazda eğildiğinizde, alnınız taşa isabet etmeli. Taşın hammaddesi, Karbela'dan geliyormuş diye okudum; bkz. Oguzgidiyor.com


Her şehirde, her köyde, hatta bazı otobüslerde, sadaka kumbaraları var. Buralarda biriken paranın, yardıma ihtiyacı olanlara dağıtıldığı söyleniyor. Bisikletin ikinci selesine dikkat- çocuklar için.



Muharrem Ayı'nın en önemli günleri, Aşure, ve Aşure'den önceki gün. Tebriz pazarı bu günlerde insan akınına uğruyor.
Muharrem döneminde insanlar siyahlara bürünüyor. Mesela benim ziyaret ettiğim bir arkadaşımın ailesinin evinde, arkadaşımın babası pijamalarının üzerine, siyah bir gömlekle bizi karşıladı. Bazı insanlar, arzularının kabul olması için, yalın ayak geziyorlar.

Tüm ay boyunca, sokak köşelerinde, camii önlerinde, çay ve yiyecek dağıtımı oluyor. Aşure gününde bu had safhaya çıkıyor - Tebriz Pazarı içindeki tüm çayhaneler, gelenlere ücretsiz yiyecek ve içecek servisi yapıyorlar. Hayrına yapılan bu servise "ihsan olsun" deniyor.  



Törenin en civcivli yeri. Pazarın en eski "timche"lerinden (galeri) biri burası, aslında halıcılara ait. Aşure töreni için, büyük merasim burada oluyor. Giriş izne tabii - çevredekilerin beni gösterip "press press press" demeleri sayesinde, polisi atlatıp, gösteriyi yakından izleyebildim. Tıklım tıklım dolu. Törenler boyunca, pazarın içinde ve dışında insanlar mum yakarak adak adıyorlar - bunun için özel bölümler oluşturulmuş. Aşure gününde, çoğu esnaf sadece mum ve parafin satıyor. 




İran'a geldiğimi, Tebriz'li arkadaşım Hamed'e haber vermiştim. Hamed o sırada şehir dışındaydı, arkadaşı Ghazale, beni bir gün boyunca Tebriz'de gezdirdi. 
Hamed, Ghazale'nin, Tebriz'in en yetenekli fotoğrafçılarından biri olduğunu önceden bildirmişti. "Yetenek" ile ne kastedildiğini, ancak Ghazale'nin çalışmalarını gördükten sonra kavradım. 

Bu kız, herhalde oraların en uçuk tiplerinden biri olmalı. Buluştuğumuz zaman onu tanımakta zorluk çekmedim; sadece küçük bir kep takıyordu, ve bu pek karşılaşılan bir şey değil. Önce beraber bir parka gidip piknik yaptık. Ghazale'nin o gün bir fotoğraf çekimi olacaktı (kendisi modellik yapacak!), ve ben de ona katıldım. Birlikte, Tebriz'in en eski ve özel fotoğrafçılarından Hüsseyin Bey'in stüdyosuna gittik - arkadaşı Yelda da bize katıldı. Hüsseyin Bey'in stüdyosu, eski fotoğraflar, objektifler, türlü kitaplarla dolu. Kulaklarımıza İran sanat müziği çalınırken, Hüsseyin Bey hepimizin kucağına birer eski fotoğraf albümü bıraktı, ve Türk kahvesi yapmaya gitti. Albümleri (tabii bize göre tersten) açıp fotoğraflara bakarken, bu kadar özel bir yerin fotoğrafını çekerek, o anki atmosferi piç etmek istemedim. O yüzden Ghalale'nin bir facebook fotoğrafını buraya koymakla yetiniyorum.

Hüsseyin Bey, Ghazale'nin nefis birkaç fotoğrafını çekti, bizim kız da iyi hazırlanmıştı doğrusu. Sonra benim de fotoğraflarım çekildi, ama sanırım bisikletçi formamla epey keko duruyor olmalıydım ki, 3. pozdan sonra pes ettiler. Ghazale ve Hüsseyin Bey'le tanıştığım, ve böyle bir çekime tanık olduğum için çok şanslıyım.

https://www.facebook.com/ghazale.ghazanfari , bu kızda iş var!





Tebriz'deki son gündüzümde de bir törene şahit oldum. Bu seferki açık havada idi.

Muharrem Ayı boyunca, tüm çeşmeler kan kırmızısı akıyor. 


Binlerce insan, Tebriz'in ana caddesinde Hz. Hüseyin için namaz kılmaya hazırlanıyor. Tüm cadde halılarla kaplı.


Caddenin başında bir platformdan, önce ezan okunuyor. Namazdan sonra, ağıt başlıyor. Topluca sine vurma da peşinden. Sahnedeki baş aktör, sine vurulurken eliyle tempoyu belirliyor, ve hıçkırıklarının arasında "sinelerinize kurban olayım" diye övgüler yağdırıyor. Sahnede oturan sakallı adam, dini bir lider olmalı; o da kah omuzlarını sarsıyor, kah gözlüğünü çıkarıp mendiliyle yüzünü siliyor. 




...Artık Tebriz'den ayrılmaya hazırım. Ama yalnız ayrılmıyorum: Ankara'da tanıştığım Alman çift Bruno ve Lina ile buluştuk! Bruno ve Lina karavanları ile seyahat ediyorlar, Hindistan'a gidiyorlar. Birkaç gün beraber takılmaya karar verdik. Bruno ve Lina çok keyifli yol arkadaşı oldular - 6 ay kadar sonra onları İstanbul'da göreceğim!

Aşağıdaki fotoğrafta ise, yanımızdan geçen bir otomobilden, muz ikram edilişini görebilirsiniz.




Lina, İran'lı hanımlarla kaynaşıyor.


 Tebriz'den itibaren bir daha bisiklete binmedim... Bisikletle yolculuğun sonu, ama maceranın sonu değil.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder