22 Aralık 2013 Pazar

8. İran: Tebriz'e doğru

İran'a doğru son kilometrelerde çok keyifliydim. Kaç kilometre sonra kapıda olacağımı biliyordum, ve son 10 kilometre bisiklet tüy gibi hafiflemişti. Sınırdan geçmek benim için önemli bir kilometre taşıydı. Sınır kapısının berisinde, yüzlerce Ford Transit, İran'dan mal getirmek için sıra olmuştu. Kuyruğun kıçına sırıtarak yanaştım, ve "acaba sıra buradan mı başlıyor?" diye sordum. Tabii ki, minibüs şöförleri beni sıranın en başına doğru yolladılar. Kihkih! Çıkış harcımı ödedim, pasaportu damgalattım, ve artık çıkmama bir engel kalmamıştı. Aileme ve arkadaşlarıma mesaj attım.

Yaya kapısından mı, yoksa otomobil kapısından mı sınırı geçmemle ilgili bir tereddüt yaşandı, birileri İran tarafına geçip oranın gümrük muhafızlarına danıştı (sınır, demir bir bahçe kapısı). Sonunda otomobil kapısından girmeme karar verildi. Biraz bekledim, sonra biri "of yeter bisikletli gitsin bırakın" dedi. Kapıyı azıcık araladılar", bisikleti geçirirken arka çantalar kapıya takıldı. Memurlardan biri bisikleti itti, ben de çektim. Paldır küldür İran'a girdim.


İlk iş, İran tarafında pasaportu damgalattım. Bu arada bir muhafız yanıma geldi, çantalarımda neler olduğunu sordu (Türkçe). Her bir çantada neler olduğunu adam sıkılana kadar tek tek anlatmaya giriştim. Sonunda lafımı kesip "tamam şu arka çantanı aç bakalım" dedi. Sağ çantayı açtım, adam eline ilk geçen poşeti çıkarıp baktı. Poşette bir soğan bir patlıcan bir de domates vardı. Bana şöyle bir baktı, "tamam hadi git" dedi. Yuppi! 

Türkiye haritamı, İran haritası ile değiştirdim, ve Naslu kasabasına doğru yollandım. Karayolu Türkiye karayollarına göre dardı, ama pek trafik yoktu. Epey bir yol gittim, acıkmaya başlamıştım. Navigasyon zordu, çünkü haritam Latin alfabesinde, tabelalar ise Farsçaydı. Yol üzerinde neredeyse hiç köy yoktuSuyum da azalmıştı. Nihayet gözüme bir köy kestirdim, su ikmali yaptım, yemek hazırladım, sonra köylülerden birinin getirdiği çayları içtik. Köyden ayrılırken, aşağıdaki fotoğraftaki iki kardeş, dakikalarca arkamdan "good bye" diye bağırdılar.


İlk durduğum köy.

Tanıdık olmayan ülkede, her şey karışıyor. İşemem gerekiyordu, ama İran'da yol kenarında işemenin normal olup olmadığını bilmiyordum, ve daha ilk günden başımın derde girmesini istemiyordum. Toprak bir yola sapıp ana yoldan uzaklaştıktan sonra hallettim. Bilmeyince insan tırsıyor kardeşim!

Köy evleri sarı tuğla ile örülüyor, tek katlı, ve pencereleri buzlu cam ile kapalı oluyor.

İran'da bisikletle seyahat etmek, Türkiye'ye göre (trafik anlamında) güçtü. Yollarda emniyet şeridi yok (otoyollar hariç), ve sürücülerin bir kısmı beni görünce selam verip selektör yaparken, diğerleri arkamdan gelirken uzun uzun ve tedirgin edici şekilde klakson çalıyorlardı. Bu durumda ben de can havliyle bankete giriyordum, bu da oldukça tatsız (ve tehlikeliydi). İran'da şehirlerarası yollarda bile, herkes birbirine korna çalıyor. Ayrıca gidiş geliş yollarda hatalı sollamalar çok yaygın, ve birisi sollama için burnunu çıkarınca, burnunu asla bir daha içeri sokmuyor - o sollama olacak!!!!! Diğer yandan, köyler arasındaki yollar da Türkiye'deki kadar kapsamlı değil, ve tabelalar yetersiz. Ana yollar dışındaki yollarda da, devamlı kamyon trafiği oluyor.


İlk akşamımı Naslu kasabasında bir aile ile geçirdim, ailenin reisi elma işiyle meşguldü, ve beni çevrede gezdirdi. Yakındaki bir üniversiteyi otomobiliyle gezerken, okulun kapısında zemine boyalı ABD ve İsrail bayraklarının fotoğrafını çekmek istedim, ama beni gezdiren abi, dürbünle gözetlendiğimizi söyleyip korktu ve izin vermedi.

Yol kenarında seyyar çayhane

Tüm ağır vasıtaların ön camlarında (Latif alfabesi ile) GOD, ONE GOD, YA ZAHRA ya da ADIDAS ya da NIKE ya da ya da REEBOK yazıyor.

Ourmiyeh kentinde herkes Türkçe konuşuyordu, Lise öğrencileri ile fotoğraf çektirdim.

Her bölgenin, kendine özgü yiyecekleri var. Tebriz civarında, patates kebabı çok popüler, fiyatı yaklaşık yarım dolar, doyurucu ve her köşebaşında satılıyor. Sabah öğle akşam yiyebilirsiniz. Altta da patates satıcısı abi var, sağolsun para almadı benden.



İran'da hemen her kentte bir kapalı pazar var, ve burada ticaret çok yoğun. Pazarları gezmek çok zevkli! Bizim Türkiye'deki şehirlerden alıştığımız büyük süpermarketler yok, onun yerine hepsi birbirine benzeyen küçük bakkalar, her köşebaşını sarmış - bunlarda yok yok. Konserve gıda...vs bulmak güç değil. Ancak köylerin çoğunda bakkal yok.

Aşağıdaki fotoğrafta, Ourmiyeh'in pazarındaki siyah bayrakları görebilirsiniz. Muharrem Ayı dolayısı ile, hemen her yer siyah bayraklar ile donatılmış - bu dönemde İran'da bulunmak, müthiş bir deneyimdi.



Gezdiğim bazı popüler camiilerde, ayakkabılar, vale tarafından park ediliyor. Camiilere, kadınlar da girebiliyor - erkek ve kadın bölümleri perdelerle ayrılmış. Ama çok da sert değil kurallar, erkek tarafına kadınların kıkır kıkır gülüş sesleri geliyordu.




İran'da kamp kurmak ölesiye kolay. Pek çok kentin, çadır kurulmaya uygun, elektrik bağlantıları ve tuvaletlere sahip parkları var, ve buralarda çadır kurmak serbest - ve bedava. Yazları pek çok aile, turist olarak başka şehirlere gidip, çadırda kalırmış. Ourmiyeh'te, "Sahil Park"'ta bir gece çadır kurdum - bu park şehrin göbeğinde. Gece kimse rahatsız etmedi. Sabah kalkınca, sporsever İran'lıların, etrafımda jimnastik yaptıklarını gördüm, kimse beni yadırgamamıştı.

Ourmiyeh'ten Tebriz'e, Ourmiyeh Gölü'nün üzerine yapılan yeni yoldan gidecektim. Yol çok konforlu değildi, düz ve tekdüzeydi, alışveriş yapacak yer yoktu, köyler arası mesafe uzundu. Sıkıldım yani. Tam o sırada önümde bir kamyon durdu, ve şöför ve muavin, beni Tebriz'e kadar götürmeyi teklif ettiler. Çok düşünmeden kabul ettim. Kamyonları hep sevmişimdir; bu da 40 yaşında burunlu bir Mack idi. Zangır zangır gidiyor, rampalarda hiç çekmiyordu - dahası, iki vites kolu vardı, ve yüksek-alçak kademeler için, şöförün iki elini birden direksiyondan çekmesi gerekiyordu. Kısacası Allah'a emanet gidiyorduk. Kamyonun içinde ABD bayrağına dikkat - pek çok otomobilin çeşitli yerlerinde ya da insanların paltolarında ya Amerika bayrağı ya da çağrıştıran imgeler var.


Yolculuğun başında yanıma birkaç aile fotoğrafı almıştım, kamyondaki biraderler Türkiye'deki yaşamımla çok ilgiliydiler. Türkçe konuşmaları sayesinde, iletişim kolaydı.

Beni kamyonlarına aldıkları yetmezmiş gibi, bir de dondurma ısmarladılar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder