29 Aralık 2013 Pazar

10. Zanjan, Sultaniyah, Quazvin, Alamut, Karej & Tehran

Tebriz'den çıkışım, yolculuğun ikinci ayını doldurduğum günlere denk geldi. İşverenimle anlaşmamıza göre, tam 3 ay izin kullanabilecektim, bu da geriye (sadece) bir ayımın kaldığı anlamına geliyordu. Bir karar vermek zorundaydım. Ya 1 ay sonra, İstanbul'a dönüp işbaşı yapacağım, ya da istifa edip, Hindistan istikametinde yolculuğa devam edeceğim. 

Kolay bir karar olmadı. Belki de, Tebriz'de bu kadar uzun kalmamın bir sebebi de, bu kararı sancıyarak vermiş olmamdır - o anda (tek başıma) yollarda olacak halde değildim. Durup düşünmem gerekiyordu.

Yolculuk o ana kadar harikaydı. Dolu dolu, sürprizlerle bezeli günler geçirdim. Diğer yandan, hayatımı bu şekilde geçiremeyeceğimin de farkındaydım. Bir yerde, daha fazla ilerleyemeyeceğini, ilerlemek istemediğini, kendi kendine itiraf etmek gerekiyor. Kolay bir karar değil. 

O anda, istifa ederek yola devam edebilecek cesaretim ve motivasyonumun kalmadığını şimdi biliyorum, ama bunu Tebriz'de kendi kendime anlayabilmem çok zordu. Doğrusu, dönmek isteyip istemediğimin yanıtını bir türlü bulamıyordum. Yolculuktan vazgeçmek, resmen su koyvermek demek!..  Hızla karar vermem gerekiyordu, ve -uzun zamandır yabancı olduğum- stres, içimi kemiriyordu. Bir gece bu konuyla ilgili bir rüya gördüm. Gördüklerimin ne anlama geldiğini çok düşündüm. Bilinçaltımda neler kaynadığını kestirmeye çalışıyordum. Ama olan şu ki, gerçekte istediğim şey işsiz kalmak değildi. İşsiz kalmaktan korkuyordum. Hatta, gerçekte işi özlemiştim. Aileme bir mail attım, ve onlar da beni geri dönmem için cesaretlendirdiler. 

Sonra patronuma bir mail attım ve sordum: "benim şu an hala işten ayrılma şansım var mı?" (Çünkü ihbar sürem 2 ay idi. Geriye ise istifa edebileceğim 1 ay kalmıştı). Bu maili attıktan sonra, şunu fark ettim: umarım patron "erken istifa etme şansın yok" der diye geçiriyordum içimden. Birilerinin benim yerime karar vermesini istiyordum. Ne yapacağımla ilgili kendim karar vermek istemiyordum.

Yolculuğa çıkarken, başlangıçta istifa etmeyi göze almıştım. Eğer en baştan işi bırakmış olsaydım, bu endişelerden arınmış, açık bilinçle alınmış sağlıklı bir karar olacaktı. Ama 2 ay seyahatten sonra, insanın içindeki heyecan azalıyor. Devamlı bilinmedik yerlerde olmaktan bıkmamıştım. Lakin pillerimin dolu olmadığını hissedebiliyordum. O şartlar altında, yani bu kadar stres altında işsizlikten yana karar verip, 2 gün sonra kararımdan pişman olmam, felaketim olurdu - insan içinde böyle bir pişmanlık varken keyifle seyahat edemez. 

Üçüncü ayın sonunda eve dönme kararını verdim. 

Hizmette sınır yok: Şimdiye kadar geçtiğim rota, ve bu yayında bahsedeceğim merkezleri, haritada görebilirsiniz. (Sinan Koçak sana diyorum!)

Bruno ve Lina ile ilk durağımız Zanjan'dı. Otoyolu tercih etmiştik - yaklaşık her 30-40km'de bir para toplama noktası var. Türkiye'deki gibi elektronik ücret toplama sistemi yok, onun yerine, her otoyol çıkışından önce, bir gişe var, herkes o gişede para ödüyor. Bu da gereksiz bir trafiğe sebep oluyor. Neyse ki, pek çok kez, otoyol görevlileri "siz misafir" diyerek bizi para almadan gişeden geçirdiler!

Kente akşamın karanlığında varıp, Imamzadeh Sayed  Ebrahim Camii'nin önüne park ettik. O gece Zanjan da çok hareketliydi - Aşure dolayısı ile şehir meydanında mumlar yakılmış, büyük kazanlarda çaylar demleniyor. (Kadınlar ve erkekler ayrı sıralara girip) istedikleri kadar alabiliyorlar. 

Zanjan ve Tebriz, Muharrem etkinlikleri konusunda gizli bir rekabet içindeler. Her sene, kim daha çok kurban kesti diye istatistikler yayınlanırmış.




Imamzadeh Sayed Ebrahim Camii kubbesi

Ahali, Jameh (Cuma) Camii önünde toplanıyor, çaylar içiliyor. Asıl tören camiinin içinde, ama Lina'nın camiiye girmesine müsaade edilmediği için, ben ve Bruno ona dışarıda eşlik ettik, ve İran'lı ailelerle sohbet ettik.



Imamzadeh Camii'nin içindeki türbe. Tüm duvarlar ve tavan, mozaik aynalarla kaplı.



Gece, Imamzadeh Camii'nin bahçesinde kaldık. Lina ve Bruno karavanlarına yerleştiler, ben de çadırımı çimlere kurdum. Tam uyumaya hazırlandığım anda, bir anda çadırım sarsıldı: camiinin güvenlik görevlisi çadırı kaldırmamı ve defolmamı istiyordu. Bu iyi bir haber değil, saat geç olmuştu, çadırı kur topla filan gecem burnumdan gelmek üzereydi... Bu arada adam Bruno'larına karavanına da şüpheyle baktı, ama içeride insan uyuduğuna dair bir işaret olmadığı için, benimle uğraşmayı yeğledi. Ne kadar rica ettiysem de, nuh dedi peygamber demedi. Sonradan, camiideki başka bir güvenlik görevlisi halime acıdı, çadırda değil ama mescitte kalmama izin verdi.


Karavanlı seyahati gözlemlemek için iyi bir fırsat oldu bu. Karavanın bisiklete göre ayrıcalıklarını saymakla bitiremem. 70litrelik su deposu, duşu, masası, gerçek bir yatağı... Kaloriferi de unutmayalım! En çok şeye güldüm; Bruno ve Lina karavanı aldıkları zaman arkadaşları "bu kadar dar bir şeyin içinde asla 1 sene yaşayamazsınız" demişler. Bir de benim çadırımı görmelerini dilerdim! Bruno'ların karavanı, yolda epey düşük performanslı, konforsuz, ve gürültülü. Bir günde fazla mesafe yapmaya izin vermemesi, onları alternatif yolları keşfetmeye itiyordu, bu iyi bir şey. İstedikleri şehirde istedikleri yerde uyuyabilmeleri de cabası - çoğu zaman bu şehrin tam göbeğinde bir ara sokak oluyor.

Karavan bence çift olarak seyahat etmek için iyi bir araç, ama yalnız başına gezen biri kendini çok izole hissedebilir. Yakıt giderleri, sınırlarda yaşanan problemler, rüşvet meseleleri, kaza durumunda parça peşinde koşturma hikayesi, tamir güçlükleri, hırsızlık riskleri ise, hiç kimsenin pek hakkında konuşmak istemediği hususlar. En büyük sorun ise, karavana her zaman muhtaç ve bağımlı olmanız - onu bir ülkede bırakma şansınız yok. Uçağa yükleme şansınız yok.

Zanjan'da gün erken başladı. Kısa zamanda, gece kaldığımız camii, zikir için gelen topluluklarla doldu. Kentin her mahallesinden, insanlar gruplar halinde akın ediyorlar - her grubun kendi hoparlör düzeni var. Hoparlörleri çocuklar çekiştire çekiştire götürürken, büyükleri de sine vuruyorlar. Biz ayrılırken camii bahçesinde 4 farklı grup vardı, ve uzaktan yaklaşan başkalarını da işitebiliyorduk. Herkesin hoparlörü ayrı telden ağıt çalıyor, bu kakofoniye uymaya çalışarak, bir müsabakadaymışçasına, gruplar hızla ve kuvvetle zikrediyorlar.







Zanjan'da ilgi odağı olduk, yola koyulurken bir sürü insan arkamızdan el sallayıp "good-bye" diye haykırıyordu. Lina karavanı kullandığı zaman, ilgi daha da artıyor, yanımızdan geçen otomobiller ileride yavaşlayıp, geçmemize izin verip, sonra tekrar bizi solluyorlar.

Zanjan'dan sonra, dünyanın en büyük üçüncü kubbeli yapısı olan Sultaniyah'ı ziyaret ettik. Restorasyon çalışmalarına rağmen, içi de en az dışı kadar etkileyici idi.


Yapının en üst katına kadar çıkmak mümkün. Buradan, tüm kasabaya hakimsiniz. Trafik çok az, hava serin, dağlar  ve ova çok güzel, ve uzaktaki bir camiinin hocası alçak bir sesle ağıt okuyor.  Son bir haftada, burayı sadece 6 turist ziyaret etmiş.

Sultaniyah'tan çıkıp, Quazvin'e doğru yola koyulduk.

Quazvin, İran'da muzur esprilerin konusu: burası efemine karakterleri ile tanınan bir kent(?). O yüzden yol boyunca bir çok kere, Quazvin'de yere para düşürürsem eğilip almamam konusunda ikaz edildim!

İran'da sokak satıcılarının arabalarında, şehirden şehire değişen ürünler var. Mesela pancar, kuzey kentlerine özgü. Gerek yemeden önce gerekse yedikten sonra berbat kokan bakla da öyle. Gittiğin ülkelerdeki farklı yiyeceklere "berbat iğrenç" diye burun kıvırmak adetim değildir. Ve bakla berbattı.

Qazvin'de ziyaret ettiğimiz İmam Hüsseyin (Imam Rıza'nın oğullarından biri)'in defnedildiği türbe, artık alışmaya başladığım parlak mozaik aynalarla kaplı. Türbelerin hemen hepsinde tütsüler yakılıyor, bu da bilumum ayak&çorap kokularının önüne geçtiği gibi, mistik bir hava katıyor.







Quazvin'de, Lina'ların evvelden tanışmış oldukları Henrick de bize katıldı - HenrickHollandalı, Afrika'ya kendi otomobili ile gidiyor. Bir senelik bir seyahat planlamış. Onun Alamut Vadisi'ne gitmeye niyeti olduğunu öğrenince, hemen yoldaşı olmak için adaylığımı ortaya koydum. Alamut Vadisi, Quazvin'in kuzeyinde, dağlık bir bölge. Coğrafyasının enfes olması yetmezmiş gibi, meşhur Alamut Kalesi de orada! (Henrick'in blog'u: http://zoverenverder.com/2013/12/29/gedeeld-geluk-is-dubbel-geluk/)

Quazvin'deki gecemizde Lina ve Bruno, nefis bir Alman usulü patates püresi yaptılar, yanında sebzeleri ile birlikte (her ikisinin de hardcore vejeteryan olduklarını, ve İran'da çok zor zamanlar geçirdiklerini söylemem lazım)!

Ertesi sabah, karavanın kaloriferinin konforunda hep birlikte kahvaltımızı yaptık, ve rotamızı planladık. Bruno ve Lina'nın Mercedes'lerinin (karavanın ismi James, lafı geçmişken...) Alamut'a tırmanması olanaksızdı, onlar bize katılmamaya karar verdiler. Biz Henrick'le Alamut'a çıkacaktık.





Quazvin'de hareketli bir sabah: bu defa kadınlar, Hz. Hüseyin için tören geçişi yapıyorlar. Omuzlarında taşıdıkları tabutlarda Hz. Hüseyin'i temsil eden, kafası kopmuş kanlı mankenler var. Arkadan ise, mezarları kazmak için ellerinde kürekleri ile başka bir grup kadın geliyor. En arkada, bir imam, avaz avaz bilmediğim bir şeyler haykırıyor. Elinde Hz. Hüseyin'in oğlunu temsil eden, oklarla vurulmuş kafası kesilmiş bir bebek manken var. Katliam, ancak bu kadar görselleştirilebilirmiş. Bruno ve Lina bir anaokulunda, çocuklar tarafından yapılmış bir maket görmüşler; katliamı anlatıyor. Modeldeki mankenlerin kafaları kesilmiş, vücutlarına kürdanlar saplanmış, etraf kan içinde...




Bendeniz keko, fotoğraf çekerken.




Derken Alamut'a doğru yola çıktık. Henrick'in Toyota'sı, farklı bir sürüş deneyimi sunuyor. Araç, en az Bruno'ların karavanı kadar gürültülü, üstelik süspansiyonu hayli konforsuz. Bunların iyi bir sebebi var: Henrick, Afrika'da kuş uçmaz kervan geçmez yollardan geçerken, arıza yapmayacak güvenilir bir otomobil kullanmalı. Land Cruiser, hemen her zeminde çekiş sunuyor, ekstra 180 litre yakıt tankı var. Bu araçla her yere gidebilirsiniz. Şehir içinde kullandığınızda, küçük Kia'ların ve diğer minik otomobillerin, bizim jipin dev kaputundan kaçıştığını görüyoruz.

Yola çıktığımdan beri en çok eksikliğini hissettiğim şeylerden biri, müzik arşivim. Daha seyahatin başında adamakıllı bir mallıkla yanımda getirdiğim mp3'leri siliverdim. Geriye sadece birkaç şarkı kalmıştı. Özellikle bisikletle seyahat ettiğim kısımda, bu benim için dertti. Çoğu zaman, o anki hislerime göre kendi kendime şarkılar mırıldanıyordum. Mesela havanın kapalı olduğu, insanın evde sıcak kahve içmek istediği soğuk günlerde, Morcheeba ezgileri... Hızlı gittiğim günlerde Metric.

Bilmediğim şey, Henrick'in müzik zevkinin benimki ile çok uyumlu olduğu. Yolda önce epey Marillion dinledik, ki bu kulaklarımın pasını açtı. Sonra birdenbire, Arcade Fire'dan Suburbs çalmaya başlamasın mı! Suburbs, grubun en fıstık albümlerinden bir parça, ve şiddetle özlemliyordum. Şimdi, Alamut'a giden nefis dağ yolunda, koca cipin içinde, kalorifer hafif açık, Henrick arabayı kullanıyor, ve Arcade Fire çalıyor... Müziğin, Henrick'le olan maceramıza kattığı deneyimi bir ben bilirim. Albümün bitiş jeneriğini aşağıda youtube linki olarak ekledim; bence Alamut'a giden yoldaki manzara ile çok uyumlu! Fotoğraflara bakarken şarkıyı dinlemeyi unutmayın.














Hir köyü.

Pek inançlı bir insan değilim. Ama bu yolculukta, inançlı insanlarla daha kolay empati kurmaya başladım.

Çadırda kalırken, sabah uyandığınız zaman, çadırın fermuarını açana kadar dışarıda neler olup bittiğini kestiremiyorsunuz. Hava güneşli mi rüzgarlı mı? Yağmur yağacak mı? Ve güneşi gördüğü, rüzgarın kuvvetli esmediğini gördüğü günlerde, insan samimiyetle şükrediyor. Pek çok sabah gergince "acaba yağmur yağacak mı" diye bulutlara bakıp, güneşi görünce "ohh" çektiğim oldu.

İstanbul'daki ofis hayatında, günlük yaşamı belirleyen şeylerin kontrolümde olmasına öyle alışkınım ki. Yağmur dert değil,  zaten servisle gidip geliyorum işe. Soğuk problem değil, klima var. Maaş otomatik yatıyor. Sigortam var. Güvenceler sonsuz, endişeler az. Peki, bütün varı yoğu tarlada duran çiftçi nasıl hissediyor acaba... Bir gece dolu yağıyor, ve bu bir seneye mal oluyor. Havalar çok soğuk giderse, o sene yandı. Tarlaya domuz girerse, dava açabileceğin kimse yok. İşin Allah'a emanet, kısacası. Bu şartlar altında, insanları rahatlatacak ne olabilir, inançtan başka.





Lamiasar Kalesi. Etrafı pek göremedik ama herhalde sissiz günlerde efsane fotojenik olmalı.!! Sonra Alamut'a doğru yola devam ettik.





Alamut Kalesi. Bu kale, Haşhaşi isimli bir örgüt kurup, müridleri ile yaşayan Hasan Sabbah tarafından kullanılmış. İddiaya göre, Sabbah, uyuşturucu verdiği müridlerine illüzyonlar göstererek, cennetin anahtarına sahip olduğuna inandırır, sonra da onlardan akla gelmez suikastler yapmalarını istermiş. Hurilerin hayali ile tutuşan müridler de, dönemin önde gelen liderlerine korkusuz saldırılar yaparlar - ancak bu hikayenin, Sabbah'ın ve İsmaili tarikatının namını lekelemek için uydurulduğuna dair rivayetler de yok değil. Dergahın ismi İngilizce "assassains" olarak geçiyor, "assasination" (İng. suikast) kelimesi de buradan gelirmiş. Kale, nispeten iyi korunmuş. Restorasyon sürüyor. Kalenin kendisi ne kadar etkileyici ise, çevresindeki dağlar ve vadi de o kadar güzel.

Bir gece kalenin eteklerinde kaldık (wild camping). Hava yine yağmurluydu, serindi. Yemeği çarçabuk hazırladık, Henrick'in cipinin bagajına oturduk, sohbet ettik, çok geçmeden uykumuz geldi, uyuduk. Kampta en çok bunu seviyorum, hava aydınlıkken geziliyor. Hava kararınca yatılıyor. O kadar doğal ki.







Quazvin'den ayrılıp, arkadaşlarım Nergis ve Khosrow'ların yaşadığı Kerej'e gittik. Dostlarım bizi bekliyorlardı, gelir gelmez bizi Tahran'daki arkadaşlarının evine, yemeğe götürdüler. Mehdi Bey ve ailesi ile süper bir gece geçirdik. Dışı çıtır çıtır pilava dikkat! 

Yaşasın! Çok keyifli bir akşam!


Tahran'la ilgili pek çok olumsuz şey duymuştum. Herkes pahalı, sıkıcı olduğundan, trafikten, ve hava kirliliğinden bahsediyor. Ankara'ya benzediğini (olumsuz anlamda) dile getirenler yok değil.

İran'ın Ankara'sı, söylenenlerden daha ilginç. Tamam, çok heyecan verici bir kent değil. AMA, İran'daki bir metropolde yaşamın nasıl yürüdüğünü görmek iyi oldu. Ve gerçekten, Ankara ile benzerlikleri var.

Trafik çok yoğun, bir yerden bir yere gitmenin en hızlı yolu da motorsiklet taksiler. Bizim dolmuşçuları alın, 10 kere daha kötü kullandıklarını hayal edin, bir de altlarına motorsiklet verin. Ta-da!

Trafik öyle çılgın ki... Trafik lambalarından eser yok, yollar çok geniş, sürat yüksek. Her yönden geçen motorsikletleri saymıyorum bile (motorsikletin trafiğe çare olduğunu düşünenler Tahran'a bir gitsinler). Karşıdan karşıya geçebilmek için dakikalarca boşluk kolladığımız oldu. Arada yolun ortasında bir bariyer görünce, can havli ile arkasına sığınmak gerekiyor. 

Bu fotoğraf Erika için!



Aşağıdaki fotoğrafların hikayesi şu: Henrick'le Tahran'ı gezmeye gitmiştik. Dönüşte, Khosrow'ların, Kerej'in biraz dışındaki evlerine gitmek için bir taksiye fiyat sorduk. Takisicilerden biri yabancı olduğumuzu anlayıp arkadaşına "harici harici" diye seslendi, ve herif öyle bir fiyat söyledi ki, tepem attı ve arkamı dönüp yürümeye başladım.

O sırada, aşağıda fotoğrafını gördüğünüz Ali (gözlüklü) arkamdan yetişip, nereye gittiğimizi sordu. Ali'ye 5 dk önce metro çıkışında yol sormuştum, beni tanımıştı. Kerej meydanına gitmek istediğimizi söyledim, oradan Khosrow'lara dolmuş çalışıyordu. Ali bizi meydana kadar götürebileceğini söyledi, böylece Ali, Henrick, Ben ve Ali'nin 2 arkadaşı, onların otomobiline atladık. Ali Türkçe konuşuyordu, epey muhabbet ettik. Sonra Ali Khosrow ile telefonda görüşüp, bizi nerede bırakması gerektiğini sordu. Sonra işler karıştı: anlaşılan Khosrow, Ali'ye evin adresini vermişti! Ali gazı kökledi, şehir dışına giden yola vardık. Ben "yok biz taksiyle gideriz" dediysem de dinletemedim. Sonunda Khosrow'ların evine kadar geldik.

Khosrow bizi kapıda karşıladı, Henrick'i, beni, Ali'yi, ve herkesi öptü, cümbür cemaat eve girdik, Khosrow çayı daha biz yoldayken demlemişti.
Ali ve arkadaşlarının bir musiki grubunda çaldıklarını duyunca, Khosrow defini ortaya çıkardı. Ali'nin diğer arkadaşı da kemanını! Gerisini tahmin edebilirsiniz.

Herhalde yolculuğun en güzel gecelerinden biriydi.



Köfteyi çaktınız herhalde. Üstte farsça "20bin" yazıyor. Turistlere muck muck!

National Museum of Tehran'da, bu kaseye bakarken, bir anda İkea'yı, alışveriş yapıp, İsveç köftesi yiyip, arabayla eve dönmeyi özlediğimi fark ettim. Evi özlemekle ilgili en kuvvetli duygum, yolculuk boyunca, bu an oldu.

Sokak köşelerinde falafel tezgahları var. 


Arkadaşım Hamid ve ailesi, ben ve Pim'i misafir ettiler, ayrıca Hamid bana sayısız kere yardım etti. Annesi bize nefis yemekler pişirdi, Hamid beni otomobili ile gezdirdi, arkadaşları ile tanıştırdı, Tahran'da geçen zamanımızı anlamlı kıldı. Sonsuz teşekkürler, Hamid. Sıra sende, İstanbul'a (tekrar) bekliyorum!

İran denince hemen herkes bir irkiliyor. "Peki güvenli mi?", bu soruyu çok sık işitiyorum. Yukarıdaki fotoğraf, 1979 devriminden sonra işgal edilen ABD elçiliğinin duvarına boyanmış. Bugün elçilik binası bir devlet dairesi, ve duvarları böyle grafiklerle süslü.

İran'lılar, Türkiye ile yakından ilgililer, sadece İbrahim Tatlıses'i değil, Erdoğan'ı ve Atatürk'ü de iyi biliyorlar. Pek çok insan ülkelerinin şimdiki durumundan memnun değil, seçim sonuçları da bu gözlemimi destekliyor. Tanışma faslından sonra konu hemen hep politikaya geliyor. Politik liderlere laf giydirmeler gırla gidiyor.

Bazı İran'lılar, Türklerin ülkelerine karşı olan bakış açısının, diğer batı ülkelerindekine benzediğini öğrenince çok şaşırıyorlar. Onlar, pek çok dizi sayesinde, Türkiye'de olan biteni yakından takip ediyorlar. Türkiye'de pek çok kişinin İran'ın güvensiz, çılgın bir ülke olduğu önyargısını taşımaları, onları çok hayal kırıklığına uğratıyor.

"İbret Müzesi"nde, 1979 devrimi öncesi olaylar işleniyor. O dönemde kullanılan en belalı işkence aletlerinden biri, kamçı. ....Şey, şimdi de öyle! Anlaşılan o ki, '79 devrimi öncesi korkunç şeyler cereyan etmiş, ne var ki şimdi de durum çok iç açıcı sayılmaz. Altta ise, biz müzeyi gezerken, rehberin söylediklerini tercüme eden Afshane, ve arkadaşının fotoğrafı var. Afshane, ayrılırken elimize birer kağıt tutuşturmayı ihmal etmedi.